9 Aralık 2010 Perşembe

Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz 2




Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye’ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz‘ adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla ‘Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu’ tezini yeniden alevlendiriyor.

AKŞAM PAZAR’dan Mine Akverdi’ye konuşan Matlock, kitabında din, dil, tarih ve kültür odaklı pek çok kaynak aracılığıyla tezine çarpıcı kanıtlar da sunuyor. Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin Tengri dininden mi türedi?

Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine ‘evet’ cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz’ adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock.

EY DÜNYA İNSANLARI HEPİNİZ TÜRK’SÜNÜZ
Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan ‘Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir’ adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika’da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika’daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock’un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçlarını birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. 81 yaşındaki Matlock ile bir konferans vermek için geldiği İstanbul’da buluştuk ve çarpıcı iddiası üzerine konuştuk.

İNSANLIĞIN BAŞLADIĞI YER TÜRKİYE
Dünyadaki tüm insanların Türklerden geldiğini söylüyorsunuz. Sizi bu konuda bir araştırma yapmaya yönelten şey neydi?
Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan’a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan’ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur’u da kapsayan 39 kitap) ve İncil’de İsrail’den bahsedilmediğini gördüm. Kutsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh’un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan… hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu: İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin’i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız.

HERKES KENDİ NESLİNİN İZLERİNİ TÜRKLERE DEK SÜREBİLİR
Peki, nasıl oluyor da Türkler tüm insanlığın atası oluyor?
Birkaç bin yıl önce Kuzey Kutup bölgesinde bir cennette, bolluk içinde yaşayan ileri derecede uygarlaşmış bir halk vardı… Dünyadaki bütün dinler hangi ulusa ait olursa olsun insanlığın beş kökensel ırkı olduğunu söyler. Bu beş ırka Kurus, Krishti ya da Krishtaya deniliyordu. Yaşadıkları yere ise Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Aden denir. Hindular buraya Uttura Kuru adını verir. Eski Yunan tarihçileri ve mitolojisi ise buraya Hiperborea olarak göndermede bulunur. Tibetli Budistlar ise Khedar Hand (Tanrı Şiva’nın ülkesi) ve Şambala der. Aynı zamanda buraya Tanrı Şiva’nın toprakları anlamında Sivariya ve Sibirya da denmektedir. Yeni ilk insanların yaşadığı cennet bahçesi Sibirya bozkırlarıdır. Buradaki ilk insan olan Adem (İngilizcedeki yazılışıyla Adam) Türk dilinde ‘insanoğlu’ anlamında kullanılır. Nitekim buradaki yüksek zeka ve uygarlığa sahip ari ırk (aryan) Türk’tür. Türkler’in kendilerinden Kıpçaklar, Kurular ya da Aryanlar diye bahsetmesi de bunun kanıtıdır. Ancak pek çok farklı din ve mitolojide geçtiği üzere bu insanlar lanetlenip bir doğal felaket yaşar, dünya ekseninde meydana gelen ani bir sapma ile yaşadıkları yer donmuş, büyük seller olmuştur. Şimdi adına Türkler dediğimiz Kurular güneye, Orta Asya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu anlatılan Büyük Tufan’dı. Nuh ve insanlığın soyunu devam ettiren oğulları da işte bu kökenden geldi yani Türk’tü. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu Ararat Dağı’nın Türkiye’deki Ağrı Dağı olduğu inancı da bunu kanıtlıyor. Böylece Türk soyundan gelen insanlık Türkiye’ye ve aşağıya Mezopotamya ve Hindistan’a dağıldı. Dolayısıyla Sümerler, Hititler, Iraklılar, Kürtler, Hintliler, Mısırlılar hepsi aslında Türk’tü. Kuzey Kutbu’ndan aşağı inerek Kuzey Avrupa’ya İsveç, Finlandiya, İngiltere’ye ve tüm dünyaya yayıldılar. Bugün herkes kendi neslinin izlerini Türklere dek sürebilir.

Buna kanıt olarak neleri gösterebiliyorsunuz?
Dünyanın her köşesinde kullanılan dilden inançlara ve tanrı isimlerine kadar her şeyin dil olarak aynı kökenden geldiğini görebilirsiniz. Bu tüm dinlerin, dillerin de tek bir kaynaktan çıktığını gösteriyor: Türklerden! İngiltere’den, Finlandiya’ya insan isimlerinden yer isimlerine Türkçe kökenli kelimelere rastlayabilirsiniz. Finlandiya’da Kırkpınar diye bir yer var! Urdu dilinde binlerce Türkçe kelime var. Hintlilerin Kutsal Kitabı Mahabharata aslında Türklerin tarihlerini anlatıyor. Yunanlıların büyük tanrısı Zeus’un ismi de Türkçe. Kudüs, İsa gibi kelimelerin kökeni de aslında Türkçe ve dahası bu bahsedilen yerler de aslında İsrail’de değil Türkiye’de İsa da bu topraklarda yaşadı. Öte yandan yakın tarihte Keltlerin (İrlandalılar, Galiler, İskoçyalılar) DNA’sı incelendi ve Altay’dan geldikleri kanıtlandı. Vikingler, Finikeliler ve İtalya’nın Roma İmparatorluğu’ndan yıllar önce burada yaşayan ve Roma’nın kurucuları sayılan yerli halkı Etrüskler de Türk’tür. Estrüskler’in DNA’larının Türklerinkiyle yüzde 97 aynı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

EVET KIZILDERİLİLER DE TÜRKTÜR
Amerika’daki Kızılderililerin de Türk olduğu sıkça dile getirilen bir iddiadır….
Evet, Kızılderililer Türk’tür, bunu kendileri de söyler. Kültür ve geleneklerindeki benzerlik aşikar. Özellikle Amerika’da Türk soyundan geldiğini söyleyen Meluncanlar’dan olan Cherokee’ler Türkiye ile bugün çok yakın ilişkiler içindedir.

Bu iddialarınızı dünyanın pek çok yerinde dile getiriyorsunuz. Peki, nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Önceleri herkes bana gülmüştü ama şimdi durum değişiyor. Amerikanın yerli halkları, Kızılderililer, Meksikalılar bu teze çok pozitif tepki veriyor. Çoğu kabul de ediyor. Ancak ABD’deki Amerikalıların veya İngilizlerin pek hoşuna gitmiyor.

Dünya bunu kabul etse ne olur sizce?
Hepimizin kardeş olduğuna inanmak insanlığın sahip olduğu tüm sorunlar ve huzursuzluk çözüme ulaşır. Dünya daha iyi bir yer olur.

AMERİKA’YI İSPANYOLLAR DEĞİL TÜRKLER KEŞFETTİ

‘Amerika kıtasındaki pek çok yer ismi aslında Türkçe kökenli. Meksika’daki Teotihuacan kalıntıları aslında Türkçe olan Tea (tanrı)+ Tiwa (Bir Türk boyu olan Tuvaların bugün bir cumhuriyeti de vardır) + Han (krallık anlamına gelen Türkçe kelime) kelimelerinden türemiştir. Peru’daki Karal kalıntılarındaki piramitler Mısır’dakilerden daha eskidir ve Türkçe’de ‘hükümdar’ anlamına gelen kral kelimesinden türemiştir. Meksika’da bugün de Türkçe kökenli birçok kelime kullanılıyor. Örneğin dağ/tepelere Meksika’da tepek deniliyor Atatepek, Çapultepek isminde şehirler bulunuyor. Havasu diye bir yer bile var. İspanyollar Meksika’ya ilk geldiklerinde Aztek’lere hangi tanrıya inandıklarını sorduğunda onlar ‘İnana’ cevabını vermişti. Bu Antik Sümer’de de bir tanrıçanın adı. Yani Sümerler ile Aztekler aradaki onca mesafeye, okyanusa rağmen aynı adlı tanrıya inanıyor. Dahası Meksikalılar da Hintliler de Türkleri aynı kelimeyle ‘Karaskus’ diye adlandırıyordu. Demek ki Amerika’yı İspanyollar değil, önce Türkler keşfetmişti. Sonuçta bunlar gibi sayısız örnek şunu gösteriyor: Dünyanın her köşesindeki bütün uygarlıklar Orta Asya’dan geçmiş ve her yerde ortak olarak karşımıza çıkan din, dil, kültür ve inanışları buradan tüm dünyaya taşımıştır.’

Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz

Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz

Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir


Tarih yeniden mi yazılacak?
Kadim Türkler tüm insanların ataları mı?
Onlar bin yaşına kadar yaşayarak, uzun yaşamın sırlarını öğrenmişler miydi?
Tüm dinler onların Tengri dininden mi türedi?
Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammet ve Buda Türk müydü?
“Işık doğudan gelir” ne anlama geliyor?
Türkler gelecekte insanoğlunun kurtuluşunda nasıl bir rol üstlenebilirler?


Amerika’da doğan ve daha sonra Meksika’ya yerleşen bir yazar, eşinin ani ölümünden sonra ruhunun hep yanında olduğuna ve destek verdiğine inanarak insanlığın ve dünyanın daha iyiye gitmesi için ne yapılması gerektiği konusunda araştırmalar yapmaya başlıyor. Özellikle, Hıristiyanlığın kökenlerini araştırarak işe başlıyor ve çok ilginç bir şekilde araştırmaları onu Türklerin ayak izlerine götürüyor. İlk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını ve ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden başladığını söylüyor. İnsanların güneşsel enerjiyle nasıl senkronize yaşaması gerektiğini anlatıyor. Şu an insanlığın içinde bulunduğu huzursuzluğun çözümünü ancak Orta Asya ve Türklerin getirebileceğini, daha iyi bir dünya için gerekli açılımları ancak onların yapabileceğini iddia ediyor ve şayet bu olmazsa dünyanın asla huzur bulamayacağını söylüyor. Ayrıca yazar Türklere bir gönderme yapıyor. Nasıl oluyor da doğuştan filozof ve şair olan, Türk kültürünü dünyaya yayan Erke Han’ı bilmiyorlar. Türk dünyası görkemli zaferlerini ona borçludur.

Eski uygarlıklarda kullanılan teknolojiye de değinen yazar, insanların onları kullanarak nasıl yüzlerce yıl uzun yaşabileceklerini yazıyor. Bu arada Türklerin Orta Asya ve Çin’de yaptıkları piramitleri anlatıyor. Gerçeğin Türklerden saklandığını yazıyor. İnsan bu kitabı okuduğu zaman bir Amerikalının nasıl olur da bilmediğimiz geçmişimiz hakkında bu kadar şey bildiğine hayret ediyor.

7 Aralık 2010 Salı

Hz. Mevlana'nin Muhtesem Sözleri

Gel Gör Beni Aşk neyledi

AURA VE ÇAKRALAR

İnsanların vücudunu çevreleyen elektromanyetik alana “ aura ” denir. Evrensel enerjiyi vücudumuza alarak yaşamımızı idame ettirmemizi sağlayan çakralar , aurada bulunurlar. Aynı zamanda vücudun çevresini sarmış bir kalkan görevi yapar. Günümüzde Kirlian Tekniği ile insan aurası fotoğraflanmıştır.
Aurada 7 tane temel enerji merkezi bulunur bu enerji merkezlerine çakra (çakra) denir. Çakra, Sanskritçe de “tekerlek” anlamına gelmektedir. İnsanda bulunan bu enerji merkezleri girdap şeklinde dönen enerji alanından oluştuğu için onlara bu isim verilmiştir. Çakra tarafından emilen yaşam enerjisi tüm vücuda dağılır ve bedenin yaşamını devam ettirmesini sağlar.
Her bölge farklı özelliklere sahiptir ve bir rengin frekansını taşımakta olup, belli başlı organlara, algılara ve salgı bezine etki etmekle yükümlüdürler. Vücudumuzun yukarsından başlamak üzere sınıflandırılsa da, çakralara verilen numaralar aşağıdan yukarı başlar.
Reiki ile şifada 7. çakradan başlanır.

7. Taç çakra:
Rengi: Mor (meditatif duygu ve kendini adamanın rengi), altın rengi, saf beyaz.
Bedende temsil ettiği yerler: Beyin ve merkezi sinir sistemi
Taşları: Ametist, kuvars (beyaz)
Yeri: Vücutta kafanın üstündeki en yüksek noktada bulunur. Bu nokta bebeklerde bulunan ve sonradan kapanan bıngıldak dediğimiz bölümdedir.
Biyolojik İşlevi: Epifiz bezini etkiler. Bütün organizmanın işleyişini etkisi altına alır.
Ruhsal İşlevi: Taç Çakra, yüksek bilincimizle bağlantılıdır. Evrensel enerjiyi aldığımız yer olup, sahip olduğumuz dinsel inançların gücü ve Yaradan'a teslimiyet bu çakra ile ilgilidir. Açıldığında diğer tüm tıkanıklıklar çözülür ve enerjileri yüksek frekanslar etkisinde titreşmeye başlar.

6. Üçüncü Göz Çakrası:
Rengi: Çivit mavisi, menekşe.
Taşları: Ametist, kuvars, safir, lapis lazuli
Bedende temsil ettiği yerler: Tüm duyular ve duyu dışı algılamalar
Yeri: Vücutta alnın ortasında iki kaşın arasında yer alır.
Biyolojik İşlevi: Duyu organlarını kontrol eder ve beyinle direk bağlantılıdır. Bu çakranın kontrol ettiği içsalgı bezi hipofizdir. Yorgunluk, sinirsel hastalıklar, migren ve sinirsel iltihaplar bu oluşmuş enerji düzensizliklerinden kaynaklanır.
Ruhsal İşlevi: Sezgi gücü, altıncı his gibi duyu dışı algılamalarımızı etkileyen bu çakradır. Bu çakradaki sorunlar, sadece akıl ve mantıkla yaşama durumunu meydana getirir. Sezgiler ve iç görüler kaybolur. Yaşam sadece maddi istekler çerçevesinde döner, ruhsal gelişme reddedilir. Zihinsel olarak da belli bir konuya yada düşünceye saplanıp kalma ve esnek olamama gibi durumlar ortaya çıkar.
Düzenli çalışan üçüncü göz çakrası ise, sezgi gücünü arttırır, içten gelen sesler mesajlar haline gelir ve düşünceler gerçekleşmeye başlar. Önceden belirsizce şüphe duyduğumuz her şey daha açık bir biçimde algılanır.

5. Boğaz Çakrası:
Rengi: Açık mavi, gümüş rengi
Elementi: Esir
Taşları: Lapis, Turkuaz, Sodalit, Aquamarine
Bedende temsil ettiği yerler: Kas, boyun, boğaz, çene. Ayrıca kulaklar, ses, soluk borusu, bronşlar, ciğerin üst kesimi, yemek borusu, kollar.
Yeri: Boyunun alt kısmında bulunan ve arkaya doğru açılan daha ufak bir çakrayla bağlantılıdır. Bu iki enerji bölgesi tekmiş gibi görülür.
Biyolojik İşlevi: Boynun alt kısmında yer alır. Tiroid ve paratiroid bezleriyle alakalıdır. Tiroit bezi iskeletin, iç organların gelişiminde etkilidir, bedensel ve ruhsal gelişim arasındaki dengeyi sağlar ve metabolizma yoluyla enerjinin dönüşüm hızını düzenler. Ayrıca, iyot metabolizmasını, kandaki ve hücrelerdeki kalsiyum dengesini sağlar.
Ruhsal İşlevi: Bu çakra, anlatım, iletişim ve yaratıcılığın merkezidir. İşitme duyusuda bu çakraya aittir, kulaklarımızı açıp yaratılışın açık ve gizli sesini dinleriz, kendi sesimizi algılar, içsel ruhumuzla ilişki kurup, onun esinine sahip oluruz. Dengeli çalıştığı zaman, bütün suçluluk duygularımız ve vicdan azabımız yok olur ve şefkat dolu bir sese sahip oluruz. Başkalarına hükmetmek eğilimimiz veya başkaları tarafından hükmedilme duygusu, büyüklük veya küçüklük duygusu ve tüm kıskançlıklar, bu çakra dengelendiği zaman ortadan kalkar.

4. Kalp Çakrası:
Rengi: Yeşil (tedavi, sempati ve ahenk rengi), gül pembesi
Elementi: Hava
Taşları: Yeşim, yeşil akik, gül kuvars
Bedende temsil ettiği yerler: Kalp, sırtın yukarı kısmı, göğüs, göğüs boşluğu, ciğerlerin alt kesimi, kan ve dolaşım sistemi, deri.
Yeri: Göğsün tam ortasında kalbin hizasında yer alır.
Biyolojik İşlevi: Timüs bezi bu çakranın etkisindedir ve ürettiği hormon mutluluk hormonudur.Bağışıklık sistemi hücreleri olan T hücreleri burada üretilir ve lenf sistemini kontrol eder.
Ruhsal İşlevi: Bu çakra direk duygularla ilgilidir. Sevgi, şefkat, fedakarlık, duygusal bütünlük, kendini adayabilme, derin mutluluk gibi özellikleri simgeler. Bireysel egodan kurtulma ve böylelikle gerçek sevgiye ulaşma üzerinde etkilidir. Aynı enerji merkezi aracılığıyla doğa güzelliği, müzik, sanat, şiir arasındaki uyumu algılayabiliriz.

3. Solar Pleksus Çakrası (Güneş sinirağı):
Rengi: Sarı
Elementi: Ateş
Taşları: Sitrin, malakit
Bedende temsil ettiği yerler: Diyafram, sindirim sistemi, mide, dalak, safra kesesi, karaciğer
Yeri: Göğüs kafesi bitimi ile göbek arasındadır.
Ruhsal İşlevi: Bu çakrada insanlarla ve maddi dünya ile ilişki içine gireriz. Bedenin duygusal enerji yaydığı bölge burasıdır. Üçüncü çakra bize cömertlik, mutlak tatminkarlık ve memnuniyet duygularını verir. Dengeli çalıştığında, dürüstlüğü ve ruhani ahlak duygusunu, ve hayatımızın her evresinde mutlak denegeyi verir.Yaşam tecrübesini kabullenmek, gelişim, ilerleme, analiz, bilgelik, beraberlik, ayrıca insan ilişkilerimiz, hoşlanma ve hoşlanmama duygumuz, uzun vadede sürdürülen ilişkiler burada kontrol edilir. Kişi için karakterin temelini oluşturur, toplumsal kimliğimizi buluruz. Otoriteyi, gücü, başarıyı ve toplumsal uyumu yakalarız.

2. Karın Çakrası (Hara):
Rengi: Turuncu
Elementi: Su
Taşları: Kaplan gözü, akik, kehribar.
Bedende temsil ettiği yerler: Böbrek üstü bezleri, bağırsaklar, cinsel organlar
Yeri: Göbek deliğinin 3-5 cm altında yer almaktadır.
Biyolojik İşlevi: Deri, üreme organları, böbrekler, mesane ilgili bölgeleri yönetir. Ayrıca kan, lenf, mide suyu, sperm v.b. tüm sıvılar, prostat bezi, ter bezleri, dişi çevirimin düzenini (adet) sağlamakla alakalıdır. Cinsellik ve üreme ile ilgili işlevlei de içerir.
Ruhsal İşlevi: Yaratıcılığın, saf dikkatin ve saf bilginin çakrasıdır. Bizi ruhani ilham kaynağına bağlar, ayrıca saf, istikrarlı dikkatin ve konsantrasyon gücünün de merkezi olmakla beraber, bu çakra tarafından verilen “saf bilgi akla ait değildir”.

1. Kök Çakra:
Rengi: Parlak Kırmızı
Elementi: Toprak
Taşları: Obsidyen, lal, dumanlı kuvars, mercan
Bedende temsil ettiği yerler: Kuyruk sokumu kemiği, makat, sinir istemi, kalın ve düz bağırsaklar, testis, vajina, kan ve hücre üretimiyle ilgili bölgeler.
Yeri: Kuyruk sokumu kemiğinin sonunda (Makatla cinsel organların arasında, huni şeklindedir).
Biyolojik İşlevi: Sağlıksız çalışan bir kök çakra bağırsak, bacak, omurga ve sinir sisteminde çeşitli sorunlara yol açar. Bu bölgede yaşamsal Kundalini enerjisi bulunur ve bu enerjinin uyandırılmasıyla insan bilincinin hayal edemeyeceği olaylar yaşanır. İlk çakra olması nedeniyle, diğer çakraların sağlıklı çalışması için çok önemli bir fonksiyona sahiptir.
Ruhsal İşlevi: Kök çakra fiziksel bedenin enerji kaynağıdır ve dünyayla olan bağlantımızı simgeler. Dünyaya kök salmamız ve kendimizi emniyette hissetmemiz iyi çalışan bir kök çakra ile mümkün olabilir. Temel yaşam fonksiyonlarını sürdürme açısından bu çakra çok önemlidir. Maddi güven bulmak, bir aile kurmak, soyunun hayatta kalmasını sağlama, cinselliğin fiziksel bir işlev olarak algılanması ve çocuk sahibi olmanın bir yolu olarak kullanımı bu çakranın alanına aittir.
Bu çakradaki problemler, kişinin zorluklarla mücadele edememesine, kendini güvende hissetmemesine ve dünyayla arasında uyumsuzluklar yaşamasına yol açacaktır.

Çakra Dengeleme:
Çakralardaki blokajların, enerji fazlalıklarının ya da zayıflıklarının giderilmesi ve yaşam enerjisinin tüm bedene dengeli olarak dağılması için, reikiyle çakra dengelenmesi yapılması tavsiye edilir.
Çakra dengelenmesi üç aşamalı yapılabilir:
Bir elimizi taç çakraya, diğerini kök çakrasına koyarak
Bir elimiz üçüncü göz, diğerini karın çakrasına koyarak
Bir elimizi boğaz, diğerini solar pleksus çakrasına koyarak
En sonda da iki elimizi kalp çakramıza koyarak.
Yoga asanalarından (duruş) “Dandasana” ya da “Ushtrasana” olarak geçen “deve duruşu”çakraları dengelemek için idealdir. Çakra dengeleme ile ilgili fotoğraflar için, bkz.
http://reiki4all.net/chakra_balance.html;

http://www.yogaturk.com/asanalar/dandasa.htm

Kristallerle Çakralara Şifa:
Kristaller, akan suyun altında güneşte kurutulduktan sonra (ya da elma sirkesiyle temizlendikten sonra) reiki kanalı yapmaya niyetleniriz. Avucumuzun içine koyarak sembolleri çizeriz ya da sadece niyetle o kristale reiki yükleriz. Bir kristali şifa için kullanmayıp, sadece reiki ile temizleyebiliriz. Eğer şifa için kullanacaksak, buna ayrı niyet ederiz. Bu ikisi farklıdır.
Sonra, o çakrayla ilgili kristalimizi, (örneğin taç çakrayla çalışıyorsak beyaz kuvars ya da ametist tercih edilir) kendimize ya da başkalarına reiki verirken, ilgili çakranın üzerine koyarız. Kristallerin etkisi sanıldığından fazladır. Öyle ki şifa uygulaması sonrası, kristallerin sorunlu çakralara neredeyse tutkalla yapıştırılmış gibi ayrılmadıklarını dahi deneyimleyebilirsiniz.
Şifa için kullanılabilecek yarı değerli bu taşlar, maalesef oldukça pahalı satılmaktadır. Benim tesadüfen keşfettiğim ve taşları çok ucuza bulabileceğiniz bir yer:
Glamour İthalat İhracat Ltd. Şti*. Sabuncu Han Caddesi, No: 51 Tahtakale/ İstanbul
(bu müessese ile maddi ya da beşeri herhangi bir ilgim bulunmamaktadır).

Sevgilerimle

Usui Reiki Master/Teacher (Usui Reiki 1, 2, 3 Petek Kitamura)

ÇAKRALAR




red chakra 1. KÖK ÇAKRASI: Varlığın sürdürülmesine ilişkin fiziksel kimlik

Omuriliğin alt ucunda yer alan bu çakra, çakra sisteminin temelini oluşturur. Bağlantılı olduğu element "toprak"tır ve yaşama içgüdüsü, bedene ve fizik plana bağlılık eğilimi ile alakalıdır. Dengeli çalışması, bedensel sağiık, güvenlik duygusu ve yaşama sevinci olarak tezahür eder.

orange chakra 2. DALAK ÇAKRASI: Kişiliği yücelten duygusal kimlik

Karın bölgesinin alt kısmında yer alır. Bağlantılı olduğu element "su"dur ve cinsellik duyumları ile alakalıdır. Dengeli çalışması, duyumsal yoğunluk, cinsel doyum ve değişimi kabul etme becerisi olarak tezahür eder.

yellow chakra 3. GÜNEŞ SİNİRAĞI ÇAKRASI: Kişiliği tanımlamaya ilişkin ego kimliği

Güç çakrası olarak da bilinen üçüncü çakra, solar plexus denen bölgede yer alır. Bağlantılı olduğu element "ateş"tir. Kişisel güç, irade ve otonomi prensiplerinin merkezidir. Dengeli çalışması, enerji, verimlilik, çabuk karar verebilme ve güç faktörünü baskıcı olmadan kullanabilme yetisi olarak tezahür eder.

green chakra 4. KALP ÇAKRASI: Kişisel kabül haline yönelik sosyal kimlik

Çakra sisteminin tam ortasında yer alan kalp çakrası, sevgi merkezidir. Bağlantılı olduğu element "hava"dır. Bu çakra insan psişesinde yer alan zihin-beden, dişil-eril, asıl-gölge, ego-vicdan gibi zıt öğelerin dengeleyicisidir. Sağlıklı çalıştığında, sevgi, şefkat, barış ve güçlü bir adalet anlayışı olarak tezahür eder.

blue chakra 5. GIRTLAK ÇAKRASI: Kişisel ifadeye yönelik yaratıcı kimlik

Gırtlak bölgesinde yer alır. İfade ve sanatsal yaratıcılık merkezidir. Bağlantılı olduğu element "ses"dir. Bu çakrada evren, bir titreşimler alanı olarak sembolik düzeyde deneyimlenir.

indigo chakra 6. ALIN ÇAKRASI: Kişisel yansımaya yönelik arşetip kimlik

Aynı zamanda "üçüncü göz çakraı" olrak da bilinen bu çakra, iki kaşın ortasında yer alır. Bağlantılı olduğu element "ışık"tır. Hem fiziksel, hem de sezgisel boyutta "görme" duyumu ile alakalıdır. Bu çakranın açılmasıyla arşetip elemanların yorumlanmasına yönelik psişik yetiler devreye girer. Dengeli çalışması, "manzaranın tümünü" görebilme olarak tezahür eder. .

purple chakra 7. TEPE ÇAKRASI: Kişisel bilince yönelik evrensel kimlik

Taç çakra olarak da bilinen bu çakra, saf farkındalık olarak bilinen bilinç seviyesine karşı gelir. Bağlantılı olduğu element "düşünce"dir. Tepe çakrası, beş duyunun algılayamadığı, zaman - mekan ötesi birlik alemiyle bağlantı noktamızdır. Bu çakranın açılmasıyla kozmik bilginin, bilgeliğin, birlik bilincinin tezahürü olarak vecd hali deneyimlenir.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Sirius Yıldızı ve Türkler




Burada anlatılanlar sadece bir yıldızın özellikleri ve gizemi değil bu Yıldızın ne zaman ve kimler tarafından da bilindiğini de saptayabilmektir. Türklerin Barbar bir kavim olarak tarihe geçirenlere verdiğimiz bir cevap olmalıdır. Türk Mitolojisinde sık sık geçen Kurt ve Kurt'un yol göstericiliğinden bahsettikten sonra şunu da belirtelim ki bahsedilen Sirius Yıldızı Türk Damgalarında Kurt Başı ile temsil edilirdi ve Çin kaynaklarında nereden geçtiği pek bilinmeyen “Göksel kurt” ifadesi bulunmaktadır dedikten sonra Türklerin bu yıldızı yüzyıllardan beri tanıdığını kanıtlamış oluyoruz.

Dogon halkı ve sonrasında Sirius Yıldızı:

Batı Afrika'da Mali Cumhuriyeti'nde yaşayan Dogon halkı, Sirius yıldızının dönüşü hakkında çok ilginç bir mitolojik inanca sahiptir. Günümüzde Mali Cumhuriyeti'nde birkaç yüz bin Dogon yaşamaktadır ve bu kabile halkı üzerinde antropologlar, 1930 yılından beri yoğun incelemeler yapmaktadırlar. Dogonların bazı mitolojik esasları, Eski Mısır uygarlığına ait hikâyeleri anımsatmaktadır. Bu nedenle de bazı antropologlar, Dogon kültürü ile Eski Mısır uygarlığı arasında bir bağlantı olduğu kanısındadırlar.Sirius yıldızı, eski çağ toplumlarına kesinlikle yabancı olmayan bir yıldızdır. Eski uygarlıklar tarafından bilinen ve tapınılan gökteki parlak yıldızlardan birisidir (Parlak olmasının nedeni, bize olan uzaklığının 8.6 ışık yılı -yani en yakın yıldızlardan birisi- olmasıdır.)

Dogonlara bu bilgiyi Temple'nin ileri sürdüğü gibi; Sirius sisteminden gelen ve "Nommolar" olarak adlandırılan "yüzer-gezer varlıklar" bırakmış olabilir mi? (Temple bu ziyareti 5000 ile 3000 yıl önceye koyar.)


Dogon inanışlarını gözden geçirdiğimizde

Dogonların Jupiter'in dört tane uydusu olduğuna ve Satürn'ün güneş sisteminin en uzak gezegeni olduğuna inandıklarını görürüz. Halbuki günümüz astronomik gerçeklerine göre; Jupiter'in 16 uydusu bulunduğu gibi, Satürn de Güneş sistemimiz içersindeki en uzak gezegen değildir. Ayrıca Dogonlar, 1977'de keşfedilen Uranüs ve halkalarına ise hiç değinmezler. Bu durum, Dogonlar'ın elde ettikleri bilgileri dünya dışı bir kökenden değil, Avrupalılar'dan almış olabilecekleri tezini destekler.Sirius gizemi üzerine birçok eleştirel makaleler yayınlanmıştır.

NASA'da görevli James Oberg de Temple'nin kitabını inceleyenlerdendir. Ancak o, Temple'nin bir iddiasını doğru bulmaz. Temple, "...Bu vaha merkezi (Siwa) ve Teb, Behdet'e eşit uzaklıkta yer alırlar. Eski mısırda, yeryüzü, uzayda bir küresel cisim olarak düşünülür ve Sirius bilgisi gelecek kuşaklara aktaracak kuruluşlar dahilinde yeryüzü üzerine projeksiyonlar yapılır" diye yazmaktadır (bkz. Sirius Gizemi, s. 262). Temple'ye göre Mısır'da yapılan bu gibi kesin hesaplamalar, doğrulukla yapılan jeodezik ölçmeler sonucu bulunmuştur. Temple, Behdet'i bir harita üzerinde 31.230 doğu, 31.500 kuzey ve Teb'i 32.630 doğu, 25.700 kuzeye yerleştirir. Küresel trigonometri ile Oberg, Siwa-Behdet bacağını 612.3 km ve Teb-Behdet bacağını 654.8 km hesaplar. NASA uzay fotoğraf laboratuvarındaki hassas haritalar ise Behdet'i 31.030 kuzey, 30.280 doğu olarak gösterir ki, bu da Temple'nin Behdet'i 31.230 doğu, 31.500 kuzey olarak yerleştirmesinden bir 100 km daha uzağa götürür. Behdet, Siwa'dan 521.0 km ve % 20 sapma ile Teb'den 625.9 km uzaktadır.

Son olarak şunu da ilave edelim: 1977'de iki radyo gökbilimci teleskoplarını Sirius yıldız sistemine bir yapay radyo sinyali alabilirmiyiz diye doğrulttular. Hiç birşey algılamadılar. Sirius sistemindeki yıldızların yaşı ve enerjisinden edinilen bilgiler ışığında, bu sonuç süpriz değildi. Orada yaşamı ortaya çıkarabilecek ve geliştirebilecek hiçbir dünya benzeri gezegen mevcut olamazdı. Çünkü bir çift yıldız olan Sirius sisteminde; Sirius A, A1 sınıfı, Güneş'imizden daha sıcak ve daha genç, Sirius B ise bir beyaz cücedir. Dogonlar'ın inanışlarında kabul gören Sirius C yıldızı ise Temple'nin iddia ettiği gibi günümüzde henüz keşfedilmiş değildir.

Burada bir alıntıyı aktarıyoruz:


"Bugüne dek yeryüzünde tradisyonlarda, ezoterizmde, teozofide ve kimi eski uygarlıklarda en çok sözü edilen ve en fazla saygı duyulan kutsal yıldız Sirius olmuştur.Sirius'ün bilinen fiziksel özelliklerinden,adlarından ve sembollerinden ziyade Sirius'ün ne olup ne olmadığını, Dünya gezegeni okulu için önemini ve Sirius hakkında söylenilen 'tutarlı'ezoterik bilgileri açıklamaya çalışacağım.Sirius'un önemi, eski Mısır ve Yunan inisiyasyonlarında görüldüğü gibi, devremizin eski çağlarının ezoterik tradisyonlarında daima bilinmekte olmuşsa da, günümüz uygarlığı tarafından Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesinden sonra keşfedilmeye başlanmıştır. Sirius konusunun popülerlik kazanması ise gerek Fransız etnolog Marcel Griaule ve asistanı Germaine Dieterlen'in 1930'lu yıllarda Afrika'nın Dogon yerlilerinden Sirius hakkında öğrendikleri bilgileri Batı'ya aktarmalarıyla, gerekse araştırmacı yazar Robert K. Temple'ın bu bilgileri ele aldığı 'Sirius Gizemi' adlı kitabının yayımlanmasıyla gerçekleşmiştir. Çağdaş insanın 'ilkel' diye nitelendirebileceği, totemleri olan bu yerlilerin astronomi hakkında bildikleri bazı bilgiler o dönemin(1930'lu yılların) astronomi bilgileriyle paralel olmakla kalmıyor, bazı noktalarda o dönemin astronomi bilgilerini de aşıyordu.Peki neydi bu bilgiler?...Bu bilgilerden burada yalnızca Sirius ile ilgili olanlardan söz edeceğim. Dogonların 1930'lu yıllarda Sirius'la ilgili bildirdikleri bilgiler şunlardı:

1- Sirius bir çiftyıldızdır. Gözle görülmüyorsa da Sirius-A yıldızının bir eşi vardır.Her iki yıldız birbirleri çevresinde dönerler.
2- Sirius-B cüce bir yıldız olmasına karşın maddesi çok ağır bir yıldızdır.
3- Sirius-A ve Sirius-B'nin dolanım periyotları 50 yıldır.4- Sistemde dolanım süresi 50 yıl olan üçüncü bir yıldız daha vardır ki, bunun bir gezegeni bulunmaktadır.Dogonların verdikleri bu bilgiler o yıllarda astronomlar tarafından bilinmiyordu. Sonraki yıllarda yapılan keşifler Dogonlar'ın söylediklerini haklı çıkardıkça astronomlar şaşkınlığa düşmüşlerdir (Sirius-B yıldızı. günümüzde en gelişmiş teleskoplarla bile güçlükle görülebilmektedir) Sirius-A ve Sirius-B yıldızlarının dolanım periyotları günümüzde en hassas ölçümlerle 49.9 yıl olarak saptanmış ve sistemde üçüncü bir yıldızın varlığı 1995'te astronomlarca onaylanmıştır. Dogonların bu bilgileri nasıl edindikleri ayrı bir gizem konusudur.

Ayrıca Dogonlar'a göre yıldızlar aleminin merkezi Sirius-B yıldızı olup, Dogon deyişiyle'emirler Sirius B'den Sirius A'ya Sirius C aracılığıyla aktarılmakta'dır.

Dogon inisiyelerine göre Dünya'ya Sirius-B'den şimdiye dek açıklananlar, açıklanacakların 22/60'ını oluşturmaktadır ki, kalanı gelecekte açıklanacak ve Dünya'yı değişikliğe uğratacaktır.(Dogonlara göre Sirius-B'nin sayısal sembolü22'dir,ezoterik tradisyona göre de Sirius-A'nın sayısal sembolü 23'tür)

Peki, Dünya'ya daha yakın ve dolayısıyla Dünya'dan daha büyük görünen Güneş gibi bir yıldız varken niye Dogonlar ve onların yanısıra eski Mısırlılar gibi birçok eski uygarlık Sirius'ü daha çok önemsemişti? (Eski Mısırlılar koskoca Güneş bütün görkemiyle dururken, takvimlerini Güneş kadar parlak görülmeyen ve 'bedenlerini ölüm olayı ile terkeden ruhların gitikleri yer' diye nitelendirdikleri bu yıldızı esas alarak hazırlamışlardır). Bu sorunun yanıtını ezoterik tradisyon lafı fazla dolandırmadan vermektedir:

Sirius sistemi galaktik sevk ve idare merkezlerinden biridir. Sirius kültürünün bir gezegene indirilme biçimi gezegenin maddi ve manevi koşullarına göre değişir. Kimi koşullarda doğrudan bir irtibat, kimi koşullarda bir din tarzında meydana gelir. Sirius kozmik kültürünün en ayırt edici özelliği tektanrılı tedris(öğretim) sistemidir. Yeryüzünde bir Mu devresinden itibaren Sirius kozmik kültürü hakimdir. Dünya gezegeninin yönetimi ve tekamülü halen Sirius ulularına aittir ve bir Mu devresinden itibaren yeryüzünde ulvi nitelendirilen her türlü bilgi akışının kaynağı Sirius'tür. Mu devresindeki bilgi akışı biçimiyle ile şimdiki devrenin bilgi akışı biçimi aynı değildir.Dünya-dışı uygarlıklar Sirius ulularının izni olmadan Dünya ile irtibat kuramazlar. Eski devrelerde bu izin birçok kez verilmişti. Sirius kültürü temsilcilerinin kendileri ise, tekamül düzeyi çok geri olan Dünya gezegeninde çok nadiren, insanlığın çok büyük ve kitlesel tekamül ihtiyaçları sözkonusu olduğunda enkarne olurlar. Dünyanın içinde bulunulan şimdiki devresinde ancak iki Siriyüsyen, değişik zamanlarda enkarne olmuş, görevlerini yapıp geldikleri yere dönmüşlerdir. Döndükleri yer denilirken bir mekan sözkonusu değildir. Üç boyutlu alemin tekamül ortamlarının yönetimiyle meşgul varlıkların boyutu olan dört boyutlu alem için mekan sözkonusu değildir...'Sirius'ün gizemli bir yıldız olması ve eski uygarlıkların inanışlarında önemli ve kutsal bir yer tutması, her alanda olduğu gibi, bu alanda da,konunun çekiciliğinden yararlanmak isteyenlere,bilimkurgu türünde kitap yazanlara, Sirius'le irtibat kurabildiğini ileri sürebilecek derecede bilinçsiz kimselere ve özellikle bedenli obsedörlere(-'obsedörler' yazımda bu tip kimseleri açıklamıştım-) malzeme olmuştur. Öyle ki, birçok ülkede ve özellikle A.B.D'nde Sirius'lüleri sıradan uzaylılar olarak ele alan yığınla sapık tarikat türemiştir. (A.B.D.'nde Sirius-B adıyla bir örgüt ve bir köy bile kurulmuştur).Her önüne gelen ruhsal veya kozmik bir kaynaktan Sirius'le ilgili mesajlar aldığını ileri sürmektedir ve ne yazık ki, konuya ilgi duyan saf ve iyiniyetli insanların azımsanmayacak bir kısmı her okuduğuna veya her söylenilene bir süzgeçten geçirmeden inanmaktadır.
İşte bu yazımda siz sevgili okuyucularıma Sirius hakkında söylenilen,kısmen hatalı veya yanlış taraflarının olabileceklerini gözönünde bulundurmakla birlikte,doğruya en yakın gördüğüm bilgileri sunmaya çalışarak, elekleri az çok küçük bir süzgeç oluşturmaya çalışmaktayım.Sirius kültürünün şimdiki devrede çeşitli zamanlarda,çeşitli vazifeli varlıklarca dönemlerin ve toplumların koşullarına göre aktarılmış olduğuna dikkat çeken M.T.İ.A.D. eski başkanı Ergün Arıkdal,Sirius kültürünün en ayırt edici özelliği olan tektanrıcılığı hakkında şu bilgileri vermektedir:
Asıl kaynağı galaksimizin dışında bulunan Sirius kültürü vasıtasıyla milyonlarca güneş sisteminin tekamül etmesi sağlanmıştır.Mısır'daki Ra güneşi Sirius güneşini ifade eder. Bu Sirius,Sirius-A'dan ziyade Sirius-B'yi ifade eder.Bizim Dünya üzerindeki uygarlıklarımızın ve tüm inançlarımızın temeli Sirius kültürünün yayılmasından ibarettir. Asıl kültür ve bilgelik bu Sirius kültürünün çeşitli zamanlar içinde,çeşitli beşeri topluluklara uyarlanmış olmasıdır.Her topluluğa uyum sağlayacak bir kalıba dökülmüş bir inanç şeklinde bir cümle içine sığdırılmıştır. Bu kültür,güneş kursu ile gösterilen,bir ve tek olan Yaradan'ı anlatır.Merkezinde Yaradan bulunan, yaratılmış olanların oluşturduğu çemberle ifade edilen bir kozmogonik anlayış.Kendini bu konuya adamış varlıklar, Sirius bilgilerini zaman içinde insanlara aktarmaya çalışmışlar,aktarmışlar,eğitmişlerdir.

Sirius hakkında söylenilen, az çok tutarlı bulduğum bilgilerden bazıları şunlardır (Bununla birlikte aşağıdaki sözleri söyleyen kimselerin buraya almadığım fikirlerinin çoğunu tutarsız bulduğumu eklemek istiyorum):

Sirius, galaksinin bulunduğu bölgesine güç dağıtan, Güneş'in ardındaki spiritüel güneştir. Doris Lessing

Sirius Güneş Sistemi'nin işleyişi için merkezi bir role sahiptir, özellikle iklim değişikliklerinde ana etken Sirius'tür.Schwaller de Lubicz


Dünya gezegeninde evrimle ilgili tüm gelişmeler Sirius çiftyıldızıyla ilgilidir.Dünya insanının genetik yapısında çok eski zamanlarda yapılmış bir Siriyüsyen müdahele sözkonusudur.İnsanlık genler yoluyla da programlanmıştır. Murry Hope

Dünya insanının genetik yapısında Sirius katkısı vardır.Siriuslüler üç boyutlu evrenin ötesindeki bir boyutta yaşayan varlıklardır.Dünya ile ilgili bu dönemdeki çalışmaları, Atlantis dönemindeki gibi değildir. Ruth Montgomery

Sirius'lülerin (Sirians) bir kısmı etherik planlarda enkarnedir,bir kısmı ise üst boyutun (dört boyutlu ortamın) varlıklarıdır. Sirius'lüler birleşik şuurlardan oluşan bir grup şuurudur. Sirius kültürünün izleri Atlantis, Mısır ve Maya uygarlıklarında da görülebilir. Bir teozofik kaynak

Dünya'nın genetik projesinde Sirius'lüler rol oynar. Dünya'daki homo-sapiens (insan) türünü genetik olarak yaratan Sirius'lülerdir. İnsan varlığı için Sirius'lülerin boyutuna nüfuz edebilme ancak şuur yoluyla olanaklıdır. Yunuslar ve balinalar denetlenen bir evrim sonucunda bugünkü formlarına gelmişlerdir.Lyssa Royal

Babilliler'e uygarlığı öğretmiş olan, hem suda hem karada yaşayabilen Oannes'ler hakkındaki bilgiler, kaynağın Sirius sistemindeki bir gezegen olduğuna işaret etmektedir. Robert Temple

Denizlerdeki memeliler olan yunuslar ve balinaların kökeni Sirius sistemidir. Bunların beyinlerinde insanlara kıyasla farklı bir lob (epifiz bezi) vardır . Dünyadaki homo-sapiens (insan) türünün atalarının maddi genetik yapısındaki DNA'lar, Sirius'lülerin eseridir. Bu iş çok uzun zaman öncelerine dayanır. Yani içinde bulunduğumuz bedenlerin imalinde Siriyüsyen katkı vardır. Bedenlerimizin genetik yapısı üzerinde halen çalışmaktalar. Sirius'lüler bir başka boyutun varlıklarıdır. Sirius'lü rehberler Dünya insanlığının tekamülünde, uyanmasında, rol almışlardır. Sirius'lü rehberler insanların tekamül etmesi, şuurlanması için insanların fiziksel bedenlerinin yanısıra, esiri(etherik),astral,mantal ve ışıksal bedenlerinin üzerinde de çalışırlar. Üç boyutlu alem üzerinde beş duyumuzla algılayamayacağımız süptil yollarla, üst boyutlarda ise kavrayamayacağımız daha doğrudan yollarla çalışırlar. Sirius'lüler üç boyutlu bir objenin hem içini,hem dışını, hem de üst boyuttaki yansımasını aynı anda görebilirler. Onların boyutuna ancak şuur hallerimiz sırasında,yani şuur kısmımızla nüfuz edebiliriz.Sirius'lüler bu devrede Dünya'da ancak, Dünya insanlığının tekamülünde özel bir vazife sözkonusu olduğu zaman enkarne olurlar. Sirius galaktik federasyonla ilişki halindedir. Lori Tostado

Not: Yazıma son vermeden önce Kuran'da Sirius'le ilgili olarak keşfettiğim ilginç bir rastlantıyı sizlere aktarmak istiyorum: Sirius (Arapça adıyla Şi'ra) Kuran'da adı geçen tek yıldız olup, kendisinden Necm (Arapça'daki anlamı yıldızdır) suresinde söz edilir.Bilindiği gibi,Sirius-A ve Sirius-B yıldızları birbirleri çevresinde her 49,9 yılda bir çift yay çizerek dolanırlar. İlginç rastlantı (tabi rastlantıysa) şu ki, sözkonusu yıldızdan surenin 49'uncu ayetinde söz edilmekte olup, aynı surenin 9'uncu ayetinde iki yıldızın yörüngelerini ima edercesine iki yay ifadesi geçmektedir. Her iki ayetin sayılarını yani 49 ve 9'u yan yana getirdiğimizde ise sözkonusu yıldızların son zamanlarda saptanmış dolanım süreleri olan 49,9 (yıl) sayısını oluşturduğumuzu görmekteyiz.

30 Kasım 2010 Salı

Orta Hallilik Üzerine Mesnevi'de Bir Hikaye

Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek, Şeyhe “ Ey ulumuz, medet.. bu sofiden öcümüzü al”dediler. Şeyh “ Sofiler, şikâyetiniz neden” diye sorunca birisi “ Bu sofinin üç kötü huyu var;

Söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer. Yattı mı uyudu mu Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler.

Şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru. “ İşlerin hayırlısı orta hallisidir” diye haberde bile var. Vücuttaki Ahlât itidal yüzünden faydalı. Bunların biri herhangi bir ârızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir. Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur.

Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi. O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi, git.. sen çok söylüyorsun.. gayri ayrılık geldi, çattı! Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş.. Yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil. Yok.. eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi.

Meselâ namazda ansızın yellensen , biriside sana git yeniden aptes al dese, gitmez, orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat kalk.. be şaşkın, zaten namazın gitti!

Yürü, seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.

Bekçi, uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var? Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti Allah tecellisidir. Ya çıplakları bırak, bir yana çekil.. yahut onlar gibi elbiseden vazgeç! Yok.. eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!”

Fakirin şeyhe özrünü arzetmesi

Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi. Şeyh’in sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi. Nitekim Kelîmin suallerine Hızır’ın Alîm Allah’dan verdiği cevaplarlarla; Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır, Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi. Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti.

Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir."

(2.cilt 3506)

ŞİT KELİMESİNDEKİ NEFS HİKMETİNİN ÖZÜ (HİKMETLERİN ÖZÜ KİTABI'NDAN)

Bil ki, alemde –kulların aracılığıyla olsun veya olmasın– zahir olan hediyeler ve bağışlar iki kısma ayrılır: İlki Zat’tan gelen hediyeler (ataya‑yı zatî), diğeri ise İsimler’den gelen hediyelerdir (ataya‑yı esmaî) ve bunlar zevk ehli indinde birbirinden farklıdır. Bu hediyeler, özgülenmiş veya özgülenmemiş bir dileyiş (sual) üzerine verildiği gibi, herhangi bir dileyiş olmaksızın verilen hediyeler de vardır — ve gerek Zat’dan gelen (zatî) hediyeler ve gerekse İsimler’den gelen (esmaî) hediyeler için olsun, bu böyledir.

Özgülenmiş bir şey isteyen kişi, hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle der: “Ya Rabb bana şunu ver!” Özgülenmemiş bir şey isteyen kişi ise, yine hatırına başka bir şey getirmeksizin şöyle der: “Ya Rabb, varlığımın lâtif ve kesif herbir parçasına benim için hayırlı olduğunu bildiğin şeyi ver!”

Ve dileyiciler (sail) iki sınıftır: Bir sınıfı, insanın doğasında bulunan acelecilikle bir şey dilemeye davranır. Bu, insanın aceleci bir yaratılışta olmasındandır. Ve diğer sınıfı da, Allah’ın indinde, halihazırda İlahi İlim’de bulunan ve istenmedikçe elde edilemeyecek olan pek çok şey olduğu yolundaki bilgileriyle bir şey dilemeye davranarak şöyle derler: “Umulur ki, Hak’tan dileyişte bulunduğumuz şey bu türdendir.” Böylelikle, bu kimse, dileğinin gerçeklenme imkanı konusunda ihtiyatlıdır. Allah’ın ilminde olanı ve (kendisinin bu ilimden) neyi kabul etmeye istidadı olduğunu bilmez. Çünkü, içinde bulunulan herbir anda, kişinin kendi istidadını bilmesi, bilgi olarak en zor bilgilerden biridir. (Ama her ne kadar istidadını bilmese de) eğer istidadı, dilemeye yöneltmeseydi, dilekte bulunmazdı.

Huzur Ehli olanlar da tıpkı onlar gibi bilmezler; bunu (yani, istidatlarını), olsa olsa bulundukları an içerisinde bilirler. Huzurda olmaklıklarıyla, Hakk’ın o anda kendilerine ne verdiğini ve verileni almalarının ancak buna istidatları olmalarından dolayı olduğunu bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabul ettiklerinden doğru istidatlarını bilirler; ve diğerleri de neyi kabul ettiklerini istidatlarından doğru bilirler. Bu da, bu sınıfta istidadın bilinmesinde, olabilecek olanın en eksiksizidir. Ve bu sınıftan kimileri vardır ki, acelecilikten ve dileyişin (sual) kabul edilebilir olmasından değil, ancak Allahu Teala’nın “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” [Mü’min Suresi, 40/60] yolundaki emrine uymak için dileyişte bulunurlar. Ve böylesi bir kimse, katıksız kuldur. Ve bu şekilde dileyişte bulunan kimsede, dilediği şeye ilişkin –bu şey ister özgülenmiş, ister özgülenmemiş olsun– herhangi bir himmet yoktur. Onun himmeti ancak efendisinin buyruklarına uymaya yöneliktir. Eğer hali bir dileyişte bulunmayı gerektirirse, kulluğu diler; ve Allah’a havale etmeyi ve sessizliği gerektirdiğinde de, Eyyub ve diğerlerinde olduğu gibi sessiz kalır ve Allah’tan, başına getirdiği şeyi gidermesi yolunda bir dileyişte bulunmaz. Başka bir zamanda, (bulundukları hal) bu başlarına gelen şeyin giderilmesini gerektirdiğinde, dileyişte bulunurlar ve Allah bunu onların başından giderir.

Dilenen şeyin bir an önce yerine gelmesi veya gecikmesi, Allah’ın takdirine kalmış bir şeydir. Eğer zamanında dileyişte bulunulmuşsa, dilek hemen kabul olunur ve eğer zamanı henüz gelmemişse, ister bu dünyada olsun ister ahirette, dilenen şeyin kabul olunması gecikir; yoksa geciken Allah’ın “lebbeyk” biçimindeki icabeti değildir. Bunu anla.

Ve ikinci kısma (yani, Allah’ın hediyelerinin ikinci kısmına) gelince, bunlar dediğimiz gibidir, bu hediyeler herhangi bir dileyişte bulunulmuş olmaksızın –yani dile getirilmiş bir dilekte bulunmaksızın– verilirler. Çünkü, aslına bakılırsa (bir hediyenin verilebilmesi için) söz, hal veya istidat yoluyla dilenmiş olması kaçınılmazdır. Nitekim (sözle dileyişte bulunmaksızın verilmiş olan hediye nasıl ki sözle kayıtlanmamış olduğu halde, hal ve istidat ile kayıtlanmışsa, verilen bu hediyeye karşılık olarak edilen) hamd, dile getirilmekliğinde kayıtlanmamıştır; ama manada bu hamdın halle kayıtlanmaması imkansızdır. Seni Allah’a hamdetmeye yönelten şey; hamdını, ya Allah’ın fiillerine ilişkin bir İsim (ism‑i fiil) ya da (“Subbuh” ve “Kuddüs” gibi bir) Allah’ın aşkınlığına ilişkin bir İsim (ism‑i tenzih) yoluyla kayıtlar.

Kul kendi istidadının farkında değildir, ama halinin farkındadır, çünkü (kişi) kendini (bir şeyi dilemeye) neyin yönelttiğini bilir ve bu da (kendi bulunduğu) haldir. İstidat, dilemenin en gizli olanıdır.

Ve, Allah’ın kendileri hakkında öncel bir hükmü olduğuna ilişkin ilimleri, ancak bu, onları (yani, sözle dileyişte bulunmayanları) dileyişte bulunmaktan alıkoyar. Dolayısıyla onlar, Hak’tan gelen şeyin kabulü için mahallerini hazırladılar ve nefslerinden ve garazlarından geçtiler. Ve onlar arasında; Allah’ın, bütün hallerine ilişkin olarak kendileri hakkındaki bilgisinin, mevcudiyetlerinden önce ayan‑ı sabitelerinde bulunuyor oldukları hal üzre olduğunu ve Hakk’ın onlara, ancak kendi ayn’larının O’na verdiği şeyi verdiğini bilenler vardır. Ve onlar Allah’ın ilminin kendilerinde nereden ortaya çıktığını bilirler. Ve Ehlullah arasında bu sınıftan daha üstün ve daha açık görüşlü (ekşef) bir sınıf yoktur. Ve gerçekte bunlar kader sırrını kavramışlardır.

Bu (kader sırrını kavramış olan) sınıf da kendi arasında ikiye ayrılır: Bunlardan bir kısmı kader sırrını ayrıntılanımsız (mücmel) olarak bilirken, diğer kısmı da ayrıntılanımlı (tafsil) olarak bilir. Kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilenler, ayrıntılanımsız olarak bilenlerden daha üstün ve daha eksiksizdir. Çünkü kader sırrını ayrıntılanımlı olarak bilen kişi, Allah’ın –ister ilim olarak kendisinin Allah’a verdiği şeyi Allahu Teala’nın kendisine bildirmesiyle olsun, isterse Allahu Teala’nın, kendi ayn’ını bütün sonsuz hallerinin birbirini izleyişi içerisinde kendisine açımlamasıyla (keşf) olsun– kendisine ilişkin olarak ne bildiğini bilir. Bu kişi, daha üstündür. Böylesi bir kimse kendini, Allah onu nasıl biliyorsa, öyle bilir — çünkü ilmin kaynağı tektir. Ne var ki, kul açısından kendine ilişkin ilmi Allah’ın bir lütfundan başka bir şey değildir ve bu lütuf da değişmez ayn’ının halleri cümlesindendir. Böylesi bir keşf sahibi olan kişi, Allah ona kendi değişmez ayn’ının hallerini gösterdiğinde bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu bilir. Çünkü, Allah ona, kendisi üzerinden varlık suretinin ortaya çıktığı değişmez ayn’ını gösterdiğinde; bunu, Hakk’ın değişmez ayn’ları yokluk (adem) hallerinde görmesi gibi göremez. Çünkü bunlar (yani, yokluk halindeki değişmez olan aynlar) zatî nisbetlerdir ve zatî nisbetlerin sureti yoktur.

Eğer bütün bunlar anlaşılacak olursa, diyebiliriz ki, Allah’ın kula yönelik lütfu, bilginin ifadesine ilişkin olan bu denklikte kulun önüne geçti (yani, Hak ile kul arasındaki ilimdeki denklik, ancak ayan‑ı sabite suretlerinin İlahi İlim’de ortaya çıkmasından sonradır). Bundandır ki Allahu Teala, “..ta ki bilelim” buyurmuştur [Muhammed Suresi, 47/31]. Ve bu, anlamı kesin bir sözdür ve bu meşrebden olmayanların (yani, gerçek tevhidi deneyimlememiş olanların) sandığından son derece farklıdır. Tenzih edicinin amacı, ilimdeki sonradan olmaklığı (ilmi Zat’dan ayırarak) ilme ilişkilendirmektir. Eğer ilmi Zat’a bir eklenti olarak ortaya koymasaydı, bu meselede kendi aklî gücünü en üst düzeyde kullanmış olurdu. Ama, Zat’a değil ilme ilişkilendirdi. Ve böyle yapmamış olmakla, keşf ve şuhud sahibi olan gerçekleyici (muhakkik) ehlullahtan ayrıldı.

Şimdi hediyelere dönelim: Bunlar, ya Zat’tan veya İlahi İsimler’dendir. Bağış ve hediyeler ancak ilahi tecelli yoluyla gelir ve Zatî tecelli, ancak kendisine tecelli olunanın istidadı suretinde olur, bunun dışında Zatî tecellinin olması sözkonusu değildir. Kendisine tecelli olunan kişi, Hakk’ın aynasında kendi suretinden başkasını görmez; ve Hakk’ı görmez. Ve kendi suretini ancak Hakk’ın aynasında gördüğünü bilse bile, tıpkı zahirdeki ayna için sözkonusu olduğu gibi, O’nu görmesi mümkün değildir. Aynaya baktığında, ve onda suretleri gördüğünde, kendi suretini ve başka suretleri onun vasıtasıyla gördüğünü bilsen bile, aynanın kendisini göremezsin. İmdi, Allahu Teala bu durumu, kendi Zatî tecellisi için bir misal olarak sundu, öyle ki kendisine tecelli olunan O’nu bilsin diye. Ve görüm (rü’yet) ve tecelliye bundan daha yakın olabilecek bir misal yoktur. Aynada kendine baktığında, aynanın kendisini görmeye çalış, hiç kuşkusuz onu hiçbir zaman göremezsin. Bu “aynadaki suret” misalini anlayan bazı kimseler, görülen suretin, görenin gözüyle ayna arasında olduğunu düşündüler. Bu onların ilim olarak varabildikleri şeyin son noktasıdır. Ve iş, bizim söylediğimiz gibidir ve biz bunu Fütühat‑ı Mekkiye’de açıklamıştık.Ve sen bunu deneyimlediğinde, yaratılmış olan için daha bir üstü olmayan amacı deneyimlemiş olursun. Böyle olduğundan dolayı, bu derecelerden daha yükseğine ilerlemeye tamah etme ve kendini yorma! Bundan ötesi hiç bir zaman olmuş değildir ve bundan sonrası katıksız yokluktur. İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır; ve sen de –hiçbir şekilde O’nun kendisinden başka bir şey olmayan– İsimlerinin hükümlerinin zuhurunu müşahedesinde O’na bir aynasın.

Ve böylece, iş karışık ve içinden çıkılmaz hale gelir. İçimizden bazıları, bu konudaki bilgisizliklerini kabullenerek, “İdrakı idrak etme konusundaki acz, idrakın kendisidir” dediler. Ve aramızda bilenler ve böyle söylemeyenler vardır; ve bu, sözün en iyisidir. Bilgi, bu kimselere acz değil, sessizliği vermiştir. Ve bu, Allah’a ilişkin en yüce bilgidir ve bu bilgi ancak Hatem‑i Enbiya ve Hatem‑i Evliya için sözkonusudur. Ve bu bilgiyi nebi ve resuller ancak Hatem‑i Enbiya’nın kandilinin nurundan görmüşlerdir. Hatta, hiç kuşkusuz, resuller bilgiyi ancak Hatem‑i Velayet’in kandilinin ışığından görürler, çünkü şeriat getirme risaleti ve nübüvveti sona ermiştir, öte yandan ise velayet hiçbir zaman sona ermez. Ve resuller (aynı zamanda) evliya olduklarından dolayı, sözkonusu bilgiyi Hatem‑i Velayet’in kandilinin ışığından görürler; böyleyken, nasıl olur da onlardan daha alt mertebede olan evliyalar başka bir yerden alabilirler? Her ne kadar Hatem‑i Evliya, Hatem‑i Enbiya’nın şeriatına bağlı ise de, bu durum onun makamını alçaltmaz ve ona ilişkin inanışımızla da çelişmez. O, bir yanıyla aşağıda, bir yanıyla da üsttedir. Öne sürdüğümüz bu şeyler şeriatımızın zahiri tarafından, Ömer’in Bedir’de ele geçirilen esirler hakkındaki hükmünün üstünlüğünde ve hurma ağaçlarının aşılanması meselesinde gösterildiği gibi, doğrulanır; o halde, kamil kişinin her şeyde ve her mertebede en önde olması zorunlu değildir. Ricalullah, ancak Allah’ı bilme mertebelerinin yüceliğini dikkate alırlar; dünya hadiselerine gelince, bunlarla kendilerini meşgul etmezler. Bu şekilde, sözünü ettiğimiz şey doğrulanmış oldu.

Nebi’nin (sav) verdiği örneğe gelince, nübüvvet, tuğladan örülmüş ve bir tuğlası eksik olan bir duvar gibidir. Böylelikle Resul (sav), duvarı tamamlayan bu eksik tuğla oldu. Ve Resul (sav), kendi söylediği gibi, bütün bir duvarda sadece tek bir tuğlanın eksik olduğunu gördü. Ama Hatem‑i Evliya için, Resul’ün gördüğünü görmesi ve duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu görmesi kaçınılmazdır. Tuğlalar altın ve gümüştendir ve Hatem‑i Evliya duvarda iki tuğlanın eksik olduğunu ve biri altın ve biri de gümüş olmak üzere iki tuğlayla bu duvarın tamamlandığını görür. Ve kendini bu iki tuğlanın boş yerini tastamam doldurduğu gördüğünden, bu iki eksik tuğla ve duvarı tamamlayan olur. İki tuğla görmesinin sebebi, kendisinin zahirde Hatem‑i Enbiya’nın şeriatına bağlı olmasıdır ve gümüş tuğlanın yeri bu bağlılığı simgeler ve (bu bağlılık) Hatem‑i Evliya’nın zahiridir. Ne var ki bu zahirî suret itibarıyla bağlı olsa bile, (bu zahirî olanın) sırrını doğrudan doğruya Allah’tan alır. Çünkü işi, ne ise o olarak görür ve bu şekilde görmesi kaçınılmazdır. Ve bu durum (yani, ilahi emri doğrudan doğruya Allah’tan alması) altın tuğlanın yerini simgeler — resule vahiy getiren meleğin aldığı aynı kaynaktan almıştır. Eğer işaret ettiğim şeyi anlarsan, senin için faydalı olacak bir bilgi elde etmiş olursun.

Âdem’den son Nebi’ye (sav) varıncaya dek bütün nebiler, ne almışlarsa, herhangi bir istisna olmaksızın Hatem‑i Enbiya’nın kandilinin nurundan almışlardır; yaratılmış bedeni sonradan gelse bile, hakikatı ile her zaman mevcuttur. Ve o şöyle demiştir: “Âdem suyla balçık arasındayken, ben nebiydim.” Diğer nebilere gelince, onlar ancak gönderildikleri zaman nebi oldular. Aynı şekilde Hatem‑i Evliya da, Âdem suyla balçık arasındayken veliydi ve geri kalan evliyalara gelince, ancak İlahi ahlâka ilişkin olan velayet şartlarını yerine getirip bu ahlâk ile vasıflandıklarında, Allahu Teala’nın onları “Veli” ve “Hamid” olarak adlandırmasıyla veli oldular.

Hatem‑i Rusül’ün, velayeti yönünden, Hatem‑i Velayet’e nisbeti, nebi ve resullerin Hatem‑i Velayet’e nisbeti gibidir. Ve gerçekte Hatem‑i Rusül hem veli, hem resul, hem de nebidir. Ve Hatem‑i Evliya kaynaktan alan ve mertebeleri müşahede eden vâristir. Ve o, şefaat kapısı açıldığında Âdemoğlu’nun önderi ve nebilerin önde geleni olan Muhammed’in (sav) güzelliklerinden bir güzelliktir. Ve Resul (sav), önde gelmekliğini (şefaat konusunda) özgülleştirdi ve bunu genellemedi. Ve, sadece bu halde, (Rahman İsmi’ne mazhar olmasından dolayı) İlahi İsimler üzerinde öne geçti. Ve gerçekte, Rahman İsmi, Müntakim İsmi’nin mazharı olan bela ehli için, ancak (başka) şefaatçıların şefaatından sonra şefaat etti. Ve Muhammed (sav) bu özel makamın önderliğinde her şeyin önüne geçti. Mertebe ve makamları anlayan kimseler için, burada söylenen sözleri kabul etmek zor değildir.

İlahi İsimler’den gelen bağışlara gelince: bil ki, Allahu Teala’nın mahlukatına verdikleri, O’ndan bir rahmettir ve bunların hepsi İlahi İsimler’den gelirler. Bunların kimisi saf rahmettir — tıpkı bu dünyada temiz ve lezzetli olan ve Kıyamet Günü’nde ayıpla lekelenmeyecek olan nimetler gibi; ve bunlar Rahman İsmi’nden gelirler. Kimisi de, (acıyla) karışık rahmettir — tıpkı, içildikten sonra insanı rahatlatan acı bir ilacın içilmesinde olduğu gibi. Ve bunlar da ilahi hediyedir. Ve gerçekte, ilahi hediyenin, İsimler’in yardımcılarından (yani, “Allah” ve “Rahman” İsimleri dışındaki bütün diğer İlahi İsimlerden) bir yardımcı eliyle olmaktan başka bir yolla verilmesi mümkün değildir.

Allahu Teala kimi zaman kuluna Rahman’ın iki eliyle bağışta bulunur. Böyle olduğunda, bağış, o anda hoş gelmeyen veya istenen şeye uymayan veya buna benzer her türlü karışımdan arınıktır. Ve kimi zamanlar Allahu Teala, bağışı, Vasi’nin iki eliyle verir ve böyle olduğunda verilen bağış genel bir nitelik taşır. Veya Hakîm’in iki eliyle verir ve böyle olduğunda O, en uygun düşeni verir. Veya Vahib İsmi’nin iki eliyle vererek nimet verir ve bu verilen için bağışı alanın şükretme veya amelde bulunma yükümlülüğü yoktur. Veya Cebbar İsmi’nin iki eliyle verir ve böyle olduğunda da kulun bulunduğu yere ve hale bakarak verir. Eğer içerisinde bulunduğu hal cezayı gerektiriyorsa, onun bu halini örter veya eğer cezayı gerektirmiyorsa, onu, cezayı gerektirecek halden korur — (ve cezayı gerektirecek halden korunmuş) böylesi bir kimseye “masum,” “inayet olunmuş” ve “korunmuş” ve benzeri isimler verilir.

Veren, Kendindeki hazinelerin sahibi olmasından dolayı, Allah’tır. Ve O, hediyeyi özgül İsminin (ism‑i has) iki eliyle, bilinen kader (kader‑i malum) üzre dağıtır. Adil İsmiyle ve benzeri İsimlerle, her şeye halkını verir.

Allah’ın İsimleri sonsuz sayıdadır. Çünkü bu İsimler, Kendilerinden ortaya çıkan şeyle bilinirler ve Kendilerinden ortaya çıkan şeyler sonsuzdur. Gerçekte, eğer sonlu bir şeye işaret ederseniz, bunlar İsimlerin Anaları’dır veya İsimlerin Hazretleri’dir. Ama gerçekte İlahi İsimler olarak işaret edilen bütün bu nisbetleri ve vasıflandırmaları kabul eden tek Hakikat vardır. Ne var ki Hakikat, sonsuz olarak zahir olan bir İsmin hakikatinin tek olmasını gerekli kılar, böylelikle bu hakikatle bir diğer İsim’den ayrılır ve onu diğerlerinden ayıran bu hakikat, o İsmin ta kendisidir. Ve bu hakikat herhangi bir ortaklaşalık barındırmaz; tıpkı tek bir kaynaktan geliyor olmalarına karşın, her (ilahi) hediyenin kendi tekil niteliğiyle bütün diğerlerinden ayrılması gibi. Bir hediyenin diğeriyle aynı olmadığı bilinen bir şeydir ve bunun nedeni İsimler’in birbirinden farklı olmasıdır. Genişliğinden dolayı, İlahi Hazret’de hiçbir tekrar yoktur. Bu, su götürmez bir hakikattir.

Bu, Şit aleyhisselam’ın sahip olduğu ilimdi ve onun ruhu hediyeler ilmini bilen bütün diğer ruhlara yardım eder. Sadece Hatem‑i Evliya’nın ruhu bunun dışındadır, çünkü Hatem‑i Evliya’ya gelen yardım diğer ruhlardan değil, doğrudan Allah’tandır ve tersine, bütün ruhlara yardım onun kendisinden gelir. Ve Hatem‑i Evliya bunun böyle olduğunu (yani, bütün ruhların maddesi olduğunu ve herhangi bir aracı olmaksızın Allah’tan yardım ettiğini) unsurlardan oluşan bedeninin terkib olunması sırasında kendi nefsinden akletmiş değildir. Kendi hakikati ve mertebesi dolayısıyla bütün bunları kesinkes bilir, öte yandan unsursal terkibi yönünden bunları bilmez. Aynı anda hem bilir, hem bilmez ve zıt niteliklerle nitelenmeyi kabul eder, tıpkı aslın (yani, Huviyet’in) aynı şekilde, Celâl ve Cemâl, Zahir ve Batın, Evvel ve Ahir olarak nitelenmeyi kabul ettiği gibi — ve O (bütün bu zıt nitelikleri kabul etmekliğinde) Kendi varlığının ta kendisidir ve Kendisinden başkası değildir. İmdi, Hatem‑i Evliya (zatının hakikati ve unsursal terkibi dolayısıyla) bilir ve bilmez, ariftir ve arif değildir, müşahede edicidir ve müşahede edici değildir.

Sahip olduğu bu ilimden dolayıdır ki Şit aleyhisselam’a bu isim verilmiştir ve “Şit” (İbranice’de) “Allah’ın armağanı” anlamına gelir. Dolayısıyla, türleri ve nisbetleri birbirinden farklı olan (ilahi) hediyelerin anahtarı onun elindedir. Ve gerçekte Allahu Teala onu Âdem’e bir hediye olarak vermiştir ve bağışladığı ilk şey odur ve bu bağış Âdem’in kendisindendir; çünkü oğul, babanın sırrıdır, ondan çıkar ve ona döner. Ve anlayışını Allah’tan alan kimse için, bu ilahi hediye’de kendisine yabancı olan hiçbir şey yoktur. Ve varoluştaki (kevn) bütün hediyeler bu mecra üzeredir.

Ve hiç kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar çeşitli olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur. Bunu herkes bilmez ve gerçekte iş böyledir. Bunu ancak ehlullah’tan olan Bireyler (Efrad) bilir. Ve bunu bilen birini görürsen, ona bu konuda güven; böylesi bir kişi, ehlullahtan olanların seçkinlerinin en seçkinlerinin özüdür. Herhangi bir keşf sahibi, sahip olmadığı bir bilgiyi veren bir suret ve bu bilgiyle daha önceden elinde olmayan bir şeyi keşfederse, (üzerine tefekkür ettiği) bu suret kişinin kendisinden başkası değildir. Ve kendi nefsinin ağacından kendi bilgisinin meyvelerini devşirir.

Aynı şekilde, kişinin, cilalanmış bir yüzeyde gördüğü sureti, kendisinden başkası değildir. Her ne kadar kendi suretini gördüğü mahal veya düzlem (hazret), bu düzlemin hakikati doğrultusunda, suretin belli bir şekilde değişmesine neden olsa da durum böyledir. Tıpkı büyük olan bir şeyin küçük bir aynada küçük, uzun olan bir aynada uzun, hareket eden bir aynada hareketli görünmesi gibi ve bazen özel bir düzlemden (alttaki bir yüzeye yukarıdan bakıldığında) suretin tersini, bazen de kendisinden beliren şeyin aynısını verir. Ve bazen de suretin sağı, aynaya bakanın sağına düşer. Ve bazen de suretin sağı, bakanın sol tarafına düşer; ki bu, daha sık karşılaşılan bir durumdur. Bazen de alışıldığının tersine sağ sol tarafa düşer ve bu durumda hayal ters görünür. Ve bunun hepsi, suretin belirdiği düzlemin hakikatinin ihsanlarındandır ki, biz bu hakikatı ayna menzilesine indirerek, bu şekilde bir misal olarak verdik. Her kim kendi istidadının bilgisine sahipse, alacağı şeyin ne olduğunu da bilir, ama alacağı şeyin bilgisine sahip olan herkes, her ne kadar alacağı şeyi genel olarak bilse bile, istidadının ne olduğunu ancak alacağını aldıktan sonra bilebilir.

Düşünsel kurgulama (nazar) ehli olan bazı zayıf akıllılar, Allah’ın “dilediğini yapar” olduğunu gördüklerinde, Allah’a ilişkin olarak, hikmete aykırı olan şeyi (yani, var olanın yokedilmesi ve yok olanın varedilmesini) olabilir gördüler, halbuki iş böyle değildir. Ve işte bunun için, bazı düşünürler, imkanın değillenmesine ve kendinden ve bir dolayımla zorunlu olan varlığın kesinlenmesine saptılar.

Ve bizden tahkik ehli olanlar, gerçekte (katıksız varlık ile katıksız yokluk arasında olan) imkanı kesinlerler ve onun düzlemini (hazret) bilirler; mümkünü, mümkün olmaklığın ne olduğunu, bir şeyi mümkün kılanın ne olduğunu, ve mümkünün kendi içinde ancak başkası yoluyla zorunlu olduğunu ve kendisi için zorunluluk gerektiren “başkası” isminin ne şekilde doğru olduğunu bilirler. Bunları ayrıntılanımlı olarak ancak Allah’a ilişkin özel bilgiye sahip olanlar anlar.

İnsan türünden doğan son insan, Şit’in izinde olacak ve onun sırlarını taşıyacaktır. Ve artık ondan sonra herhangi bir çocuk dünyaya gelmeyecektir. Ve gerçekte o çocukların sonuncusudur. Onunla birlikte dünyaya gelen kızkardeşi, ondan hemen önce doğar. O da başı, kızkardeşinin ayaklarına değiyor olarak, kızkardeşinin hemen ardından doğar. Bu çocuk Çin’de doğacak ve bu ülkenin dilini konuşacaktır. Ve erkeklerde ve kadınlarda kısırlık yaygınlaşacak, çocuksuz evlilikler çoğalacaktır. Onları Allah’a çağırır ama kendisine uyan olmaz. Ve Allahu Teala onun ve onun zamanındaki iman sahiplerinin canlarını aldığında, geri kalanlar hayvanlar gibi olacaktır. Bunlar helali helal ve haramı da haram olarak bilmezler. Akıldan ve şeriattan tümüyle yoksun olarak tabiatın hükümlerine göre şehvetin güdümünde hareket ederler. Ve Kıyamet onların üzerine kopar.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Meetings with remarkable men : sacred dances

"Meetings With Remarkable Men" Dance scene

Sirius Yıldızı

Galaktik merkez Sirius yıldızı hakkında bilinenler ve bilinmeyenler...


Bugüne dek yeryüzünde tradisyonlarda, ezoterizmde, teozofide ve kimi eski uygarlıklarda en çok sözü edilen ve en fazla saygı duyulan kutsal yıldız Sirius olmuştur.



Sirius’ün fiziksel özellikleri hakkındaki bilgiler pek çok kaynaktan sağlanabilir. Bu yüzden bu yazımda, Sirius’ün bilinen fiziksel özelliklerinden,adlarından ve sembollerinden ziyade Sirius’ün ne olup ne olmadığını, Dünya gezegeni okulu için önemini ve Sirius hakkında söylenilen “tutarlı”ezoterik(gizli) bilgileri açıklamaya çalışacağım.

Sirius’un önemi, eski Mısır ve Yunan inisiyasyonlarında görüldüğü gibi, devremizin eski çağlarının ezoterik tradisyonlarında daima bilinmekte olmuşsa da, günümüz uygarlığı tarafından Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesinden sonra keşfedilmeye başlanmıştır. Sirius konusunun popülerlik kazanması ise gerek Fransız etnolog Marcel Griaule ve asistanı Germaine Dieterlen’in 1930’lu yıllarda Afrika’nın Dogon yerlilerinden Sirius hakkında öğrendikleri bilgileri Batı’ya aktarmalarıyla, gerekse araştırmacı yazar Robert K. Temple’ın bu bilgileri ele aldığı “Sirius Gizemi” adlı kitabının yayımlanmasıyla gerçekleşmiştir. Çağdaş insanın “ilkel” diye nitelendirebileceği, totemleri olan bu yerlilerin astronomi hakkında bildikleri bazı bilgiler o dönemin(1930’lu yılların) astronomi bilgileriyle paralel olmakla kalmıyor, bazı noktalarda o dönemin astronomi bilgilerini de aşıyordu.

Peki neydi bu bilgiler?...Bu bilgilerden burada yalnızca Sirius ile ilgili olanlardan söz edeceğim. Dogonların 1930’lu yıllarda Sirius’la ilgili bildirdikleri bilgiler şunlardı:

1- Sirius bir çiftyıldızdır. Gözle görülmüyorsa da Sirius-A yıldızının bir eşi vardır.Her iki yıldız birbirleri çevresinde dönerler.

2- Sirius-B cüce bir yıldız olmasına karşın maddesi çok ağır bir yıldızdır.

3- Sirius-A ve Sirius-B’nin dolanım periyotları 50 yıldır.

4- Sistemde dolanım süresi 50 yıl olan üçüncü bir yıldız daha vardır ki, bunun bir gezegeni bulunmaktadır.

Dogonların verdikleri bu bilgiler o yıllarda astronomlar tarafından bilinmiyordu. Sonraki yıllarda yapılan keşifler Dogonlar’ın söylediklerini haklı çıkardıkça astronomlar şaşkınlığa düşmüşlerdir (Sirius-B yıldızı. günümüzde en gelişmiş teleskoplarla bile güçlükle görülebilmektedir) Sirius-A ve Sirius-B yıldızlarının dolanım periyotları günümüzde en hassas ölçümlerle 49.9 yıl olarak saptanmış ve sistemde üçüncü bir yıldızın varlığı 1995’te astronomlarca onaylanmıştır. Dogonların bu bilgileri nasıl edindikleri ayrı bir gizem konusudur. Ayrıca Dogonlar’a göre yıldızlar aleminin merkezi Sirius-B yıldızı olup, Dogon deyişiyle“emirler Sirius_B’den Sirius-A’ya Sirius-C aracılığıyla aktarılmakta”dır. Dogon inisiyelerine göre Dünya’ya Sirius-B’den şimdiye dek açıklananlar, açıklanacakların 22/60’ını oluşturmaktadır ki, kalanı gelecekte açıklanacak ve Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır.(Dogonlara göre Sirius-B’nin sayısal sembolü22’dir,ezoterik tradisyona göre de Sirius-A’nın sayısal sembolü 23’tür)

Peki, Dünya’ya daha yakın ve dolayısıyla Dünya’dan daha büyük görünen Güneş gibi bir yıldız varken niye Dogonlar ve onların yanısıra eski Mısırlılar gibi birçok eski uygarlık Sirius’ü daha çok önemsemişti? (Eski Mısırlılar koskoca Güneş bütün görkemiyle dururken, takvimlerini Güneş kadar parlak görülmeyen ve “bedenlerini ölüm olayı ile terkeden ruhların gitikleri yer” diye nitelendirdikleri bu yıldızı esas alarak hazırlamışlardır). Bu sorunun yanıtını ezoterik tradisyon lafı fazla dolandırmadan vermektedir:



”Sirius sistemi galaktik sevk ve idare merkezlerinden biridir. Sirius kültürünün bir gezegene indirilme biçimi gezegenin maddi ve manevi koşullarına göre değişir. Kimi koşullarda doğrudan bir irtibat, kimi koşullarda bir din tarzında meydana gelir. Sirius kozmik kültürünün en ayırt edici özelliği tektanrılı tedris(öğretim) sistemidir. Yeryüzünde bir Mu devresinden itibaren Sirius kozmik kültürü hakimdir. Dünya gezegeninin yönetimi ve tekamülü halen Sirius ulularına aittir ve bir Mu devresinden itibaren yeryüzünde ulvi nitelendirilen her türlü bilgi akışının kaynağı Sirius’tür. Mu devresindeki bilgi akışı biçimiyle ile şimdiki devrenin bilgi akışı biçimi aynı değildir.Dünya-dışı uygarlıklar Sirius ulularının izni olmadan Dünya ile irtibat kuramazlar. Eski devrelerde bu izin birçok kez verilmişti. Sirius kültürü temsilcilerinin kendileri ise, tekamül düzeyi çok geri olan Dünya gezegeninde çok nadiren, insanlığın çok büyük ve kitlesel tekamül ihtiyaçları sözkonusu olduğunda enkarne olurlar. Dünyanın içinde bulunulan şimdiki devresinde ancak iki Siriyüsyen, değişik zamanlarda enkarne olmuş, görevlerini yapıp geldikleri yere dönmüşlerdir. Döndükleri yer denilirken bir mekan sözkonusu değildir .Üç boyutlu alemin tekamül ortamlarının yönetimiyle meşgul varlıkların boyutu olan dört boyutlu alem için mekan sözkonusu değildir...”




Sirius’ün gizemli bir yıldız olması ve eski uygarlıkların inanışlarında önemli ve kutsal bir yer tutması, her alanda olduğu gibi, bu alanda da,konunun çekiciliğinden yararlanmak isteyenlere,bilimkurgu türünde kitap yazanlara, Sirius’le irtibat kurabildiğini ileri sürebilecek derecede bilinçsiz kimselere ve özellikle bedenli obsedörlere(-“obsedörler” yazımda bu tip kimseleri açıklamıştım-) malzeme olmuştur. Öyle ki, birçok ülkede ve özellikle A.B.D’nde Sirius’lüleri sıradan uzaylılar olarak ele alan yığınla sapık tarikat türemiştir. (A.B.D.’nde Sirius-B adıyla bir örgüt ve bir köy bile kurulmuştur).Her önüne gelen ruhsal veya kozmik bir kaynaktan Sirius’le ilgili mesajlar aldığını ileri sürmektedir ve ne yazık ki, konuya ilgi duyan saf ve iyiniyetli insanların azımsanmayacak bir kısmı her okuduğuna veya her söylenilene bir süzgeçten geçirmeden inanmaktadır.İşte bu yazımda siz sevgili okuyucularıma Sirius hakkında söylenilen,kısmen hatalı veya yanlış taraflarının olabileceklerini gözönünde bulundurmakla birlikte,doğruya en yakın gördüğüm bilgileri sunmaya çalışarak, elekleri az çok küçük bir süzgeç oluşturmaya çalışmaktayım.

Sirius kültürünün şimdiki devrede çeşitli zamanlarda,çeşitli vazifeli varlıklarca dönemlerin ve toplumların koşullarına göre aktarılmış olduğuna dikkat çeken M.T.İ.A.D. eski başkanı Ergün Arıkdal,Sirius kültürünün en ayırt edici özelliği olan tektanrıcılığı hakkında şu bilgileri vermektedir:

”Asıl kaynağı galaksimizin dışında bulunan Sirius kültürü vasıtasıyla milyonlarca güneş sisteminin tekamül etmesi sağlanmıştır(...)Mısır’daki Ra güneşi Sirius güneşini ifade eder(...) Bu Sirius,Sirius-A’dan ziyade Sirius-B’yi ifade eder(...)Bizim Dünya üzerindeki uygarlıklarımızın ve tüm inançlarımızın temeli Sirius kültürünün yayılmasından ibarettir. Asıl kültür ve bilgelik bu Sirius kültürünün çeşitli zamanlar içinde,çeşitli beşeri topluluklara uyarlanmış olmasıdır.Her topluluğa uyum sağlayacak bir kalıba dökülmüş bir inanç şeklinde bir cümle içine sığdırılmıştır bu kültür: Bu kültür,güneş kursu ile gösterilen,bir ve tek olan Yaradan’ı anlatır.Merkezinde Yaradan bulunan,yaratılmış olanların oluşturduğu çemberle ifade edilen bir kozmogonik anlayış(...) Kendini bu konuya adamış varlıklar, Sirius bilgilerini zaman içinde insanlara aktarmaya çalışmışlar,aktarmışlar,eğitmişlerdir.”

Sirius hakkında söylenilen, az çok tutarlı bulduğum bilgilerden bazıları şunlardır (Bununla birlikte aşağıdaki sözleri söyleyen kimselerin buraya almadığım fikirlerinin çoğunu tutarsız bulduğumu eklemek istiyorum):

”Sirius, galaksinin bulunduğu bölgesine güç dağıtan, “Güneş’in ardındaki spiritüel güneştir” Doris Lessing

”Sirius Güneş Sistemi’nin işleyişi için merkezi bir role sahiptir, özellikle iklim değişikliklerinde ana etken Sirius’tür.” Schwaller de Lubicz

”Dünya gezegeninde evrimle ilgili tüm gelişmeler Sirius çiftyıldızıyla ilgilidir.Dünya insanının genetik yapısında çok eski zamanlarda yapılmış bir Siriyüsyen müdahele sözkonusudur.İnsanlık genler yoluyla da programlanmıştır.” Murry Hope

”Dünya insanının genetik yapısında Sirius katkısı vardır.Sirius’lüler üç boyutlu evrenin ötesindeki bir boyutta yaşayan varlıklardır.Dünya ile ilgili bu dönemdeki çalışmaları, Atlantis dönemindeki gibi değildir.” Ruth Montgomery

”Sirius’lülerin (Sirians) bir kısmı etherik planlarda enkarnedir,bir kısmı ise üst boyutun (dört boyutlu ortamın) varlıklarıdır. Sirius’lüler birleşik şuurlardan oluşan bir grup şuurudur. Sirius kültürünün izleri Atlantis, Mısır ve Maya uygarlıklarında da görülebilir.” Bir teozofik kaynak

”Dünya’nın genetik projesinde Sirius’lüler rol oynar. Dünya’daki homo-sapiens (insan) türünü genetik olarak yaratan Sirius’lülerdir. İnsan varlığı için Sirius’lülerin boyutuna nüfuz edebilme ancak şuur yoluyla olanaklıdır (...) Yunuslar ve balinalar denetlenen bir evrim sonucunda bugünkü formlarına gelmişlerdir.” Lyssa Royal

”Babilliler’e uygarlığı öğretmiş olan, hem suda hem karada yaşayabilen Oannes’ler hakkındaki bilgiler, kaynağın Sirius sistemindeki bir gezegen olduğuna işaret etmektedir” Robert Temple

”Denizlerdeki memeliler olan yunuslar ve balinaların kökeni Sirius sistemidir. Bunların beyinlerinde insanlara kıyasla farklı bir lob (epifiz bezi) vardır (...) Dünyadaki homo-sapiens (insan) türünün atalarının maddi genetik yapısındaki DNA’lar, Sirius’lülerin eseridir. Bu iş çok uzun zaman öncelerine dayanır. Yani içinde bulunduğumuz bedenlerin imalinde Siriyüsyen katkı vardır. Bedenlerimizin genetik yapısı üzerinde halen çalışmaktalar (...) Sirius’lüler bir başka boyutun varlıklarıdır. Sirius’lü rehberler Dünya insanlığının tekamülünde, uyanmasında, rol almışlardır. Sirius’lü rehberler insanların tekamül etmesi, şuurlanması için insanların fiziksel bedenlerinin yanısıra, esiri(etherik),astral,mantal ve ışıksal bedenlerinin üzerinde de çalışırlar. Üç boyutlu alem üzerinde beş duyumuzla algılayamayacağımız süptil yollarla, üst boyutlarda ise kavrayamayacağımız daha doğrudan yollarla çalışırlar. Sirius’lüler üç boyutlu bir objenin hem içini,hem dışını, hem de üst boyuttaki yansımasını aynı anda görebilirler. Onların boyutuna ancak şuur hallerimiz sırasında,yani şuur kısmımızla nüfuz edebiliriz(...)Sirius’lüler bu devrede Dünya’da ancak, Dünya insanlığının tekamülünde özel bir vazife sözkonusu olduğu zaman enkarne olurlar. Sirius galaktik federasyonla ilişki halindedir.”

Lori Tostado

1 Ağustos 2010 Pazar

Yaşam Çiçeği


Yaşam çiçeği, iç içe geçmiş eşit alana sahip çok sayıda çember ve dışında bir büyük çemberden oluşan geometrik şekil. Her bir çemberin merkezi, çevresindeki altı çemberin çevrelerinin kesiştiği yerdedir. Drunvalo Melchizedek bu sembolün evrenin ve yaşamın sırlarını barındırdığını iddia etmektedir

Kristaller

Kristaller enerjiyi üzerinde toplama özelligine sahiptirler. Bu nedenle binlerce yıldır insanlık tarafından kullanılmışlardır. Örnegin akik tesbihler stresi yok ettigi için şu an kullanılmatadır. Türkler müslüman olmadan önce ise yeşim taşını yağmur yağdırmak için kullandıkları tarihi kaynaklarda geçmektedir.

Kristaller hakkında bahsetmek istediğim diğer bir nokta ise, üzerinde bilgi depolamaları... Mekke'deki hacer ül esvet ( kara taş)'in de böyle bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Hacılar tavafa başlarken bu nedenle onu selamlarlar. Bu taşın; Cennet'ten çıktığı ve zamanla insanların gühanları yüzünden karardığı da söylenmekte.
Mevlana Mesnevi'sinde:
Kimilerinin taşa-kokuya önem verdiğini, kimilerinin ise ; havas'a, çok öğrenmeye önem verdiklerini söyler. Şu düşüncemi belirtmek istiyorum: Benim anladığım kadarıyla taş, koku fazla önemli değil. Asıl önemli olan kişinin aczini bilmesi, kendini yok bilmesi, kendi nefsine egemen olması.

Son olarak ise Tufan öncesi zamanlara biraz değinmek istiyorum. Atlantis'te (tufan öncesi atlantik okyanusunda bulunan bir kıta) enerjiyi toplamak için büyük kristaller kullanılmış. Kubbe benzeri bir tavanın altında güneşin açılarına göre göre haraket ettiriliyormuş bu kristaller. Okuduğum bir kitapta bu kristallerin çok özel olarak yapıldığından bahsedilmekteydi. Atlantis'te bu biriken enerjiyi istedikleri yere yönlendirebiliyorlardı. Yaptıkları özel aletlere veya insanlara...

Bir de, bir ara okuduğum kristal kafatasları diye birşey var. Günümüz teknolojiyle şu an yapılamayağı söylenmekte bu kristallerin ve tamamen kusursuzlar. Maya mabetlerinde bulunmuşl
ar. Dünya üzerinde bu orjinal kristallerin sayısının ise 13 olduğu söyleniyor.İndiana Jon
es'un filmi  var bu konuda.

http://www.imdb.com/title/tt0367882/

Bu konu hakkında D. Melchizedek'in kitaplarında enteresan şeyler geçmekte.